"Ne derler?
"İki kapılı han"
"Misafirhane"
"Giden gelmez, gelen durmaz"
İnanıyoruz ki; boş bir ömürün enkazı yerine "Kubbede hoş sâdâ bırakmak" isteyen şahıslar ortaya çıkacaktır."
Kendi satırlarıyla Sefa Koyuncu…
Niye?
Neden?
Niçin?
O, işte bunu anlayamıyordu. Devlet, çeşitli sebeplerle başka devletlerle siyasî, ticâri ve kültürel işbirliğine gidebilirdi. Bu devletin ve milletin bekâsı için zarûrî ve elzemdir. Peki ya aydın! Kültür, Sanat ve edebiyat adamı, "Ben ille de Avrupa tarzında sanat, edebiyat eseri vereceğim. Avrupa’yı taklit edeceğim!" deme gereğini neden duyuyordu?
Kim okuyacak, kim dinleyecek, kim seyredecek bu Avrupâi tarz edebiyat mahsulünü?
Avrupalı mı? Amerikalı mı?
Anadolu insanı mı?
İşte bir türlü çözemediği kördüğüm bu idi. O âşıktı… Sevdâlı, kara sevdâlı bir âşıktı… Vatanını, milletini, bayrağını, dinini ve ecdadını çok seviyordu. O, yüreği aynı sevgiyle atan ve Anadolu’yu canından aziz bilen milyonlarca Türk’ten biriydi
O’na göre bin yılı aşkın bir zamandır bir çağlayan gibi nesiller boyu akıp giden kültür ve edebiyat mahsüllerimiz canlandırılmalı, yeni nesillere aktarılmalı gazeller, kasideler, nâtlar, koşmalar, halk hikayeleri, mesnevÎler gibi bize has edebi türler yazılmalıydı. Batı’nın fende de edebiyatta da hocası Doğudur. Roman, Batıya değil, Doğuya has bir edebî türdür. Kaynağı Şark hikâye, masal ve mesnevîleridir. Halk tiyatrosu Türk’ün eski geleneğinde yer almaktadır. Tiyatro ve romana kendine has düzenleme getirdi diye onu taklit etmemiz mi gerekiyor? Bizim edebî türlerimiz kendi mecrasında gelişip bugünün edebi zevkine erişemez miydi?
İşte böylesi satırlarla derdini anlattı 1973 yılındaki notlarıyla…
Yıllar sonra aşağıdaki dörtlüğüyle neden şiir yazdığını aktardı, okurlarına ve şiir meraklılarına:
NÜKTE I ŞİİR
Yazdığımı yaşarım,
Hayatımdır mısralar.
Ya ben şiir yazarım,
Ya şiir beni yazar.
SEFA KOYUNCU I 24.12.1998
Ve neden yazamayacağını dillendirdi:
NÜKTE I YAZMAZSAM
Şiir hayat pencerem,
Kalbimin tercümanı.
Yazmaz isem edemem,
Mısra mısra her anı.
SEFA KOYUNCU I 24.12.1998
1950’de doğmuş ve gençlik yıllarını Türkiye’nin en sıkıntılı, en hareketli ve en fakir dönemlerinde geçirmişti.
Vatan sevdalısıydı, dertliydi ve Allah vergisi kalemi de kuvvetliydi… Anadolu insanıydı, Anadolu’lunun derdini dönemin Bab-ı Ali’sine ulaştırmaya çalıştı Türkiye Gazetesi’ne gönderdiği yazılarla. Aynı zamanda İstanbul seyahatlerinde de Anadolu ile büyük şehir farkını kıyaslama imkanı buldu. 1980’li yıllarda işçi hareketleri, ASALA-PKK terörü, yokluk, kıtlık, darbe hem yazılarında, hem şiirlerinde konu oldu…
Satırlarının arasından seçtiklerimiz:
".. Hıristiyanlığın en kuvvetli olduğu Avrupa’ya hâkim olduğu orta çağda, Avrupa’da medeniyet namına ne vardı? O zaman Avrupa, cehalet, pislik, yokluk, fakirlik, hastalık ve papazların emri altında inim inim inliyordu."
"… Eski ile iftihar olunabilir. Fakat, yalnız onu misal göstermek ayıptır. Biz, bugün de aynı ilerlemeyi göstermek zorundayız."
"… Medeniyet yarışında öndeyken, Tanzimattan sonra ilim ve irfan bırakılıp, nefse ve şeytana uyuldu. Bu İngiliz afyonu, devlet adamlarını uyuttu."
"…Türkiye gibi, Avrupa’nın, Asya ve Afrika’nın geçiş noktasındaki bir memleketin mensubu isek, savaşa her an hazır olmalıyız. Çünkü tarihin her döneminde, bu stratejik köprüyü ele geçirmek isteyenler çıkmıştır."
"… Güçsüz ve zayıf olmak ise, her zaman sessiz kalmaya ve boyun eğmeğe mahk"um olmak demektir. Sessiz kalmak ve boyun eğmekse, Müslüman Türk’ün şiarı değildir."
"Türkiye’nin muhtemel bir savaşı bertaraf edebilmesi, kazanabilmesi veya daha önceden caydırıcı olabilmesi madden ve manen güçlü olmasına bağlıdır."
1990’lı yıllarda da Türkiye gündemi 2010’lu yıllarla aynıydı. O dönemki satırlarında ömrü boyunca yazdıkları gibi birlik, beraberlik ve ön görü vardı:
"… Kürt Liderleri İrlanda’da bir araya getirip barıştıran İngiltere’dir. Hedefi, Kuzey Irak’ta bir Kürt Devleti kurdurup, Türkiye’nin başına belâ etmek."
"…Bu gidişe kim dur diyecek? Ne zaman huzura kavuşacağız? Bu suallerin tek bir cevâbı var!: Sen! Evet bu gidişe dur diyecek sensin."
1993’lü Özallı yıllarda da sistem tıkanıklığına önerisi şu olmuştu:
"Esasen Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi de yeterli değildir. Cumhurbaşkanı, başbakanlık görevini de üstlenmeli, yani başkanlık sistemine geçilmelidir. Mevcut sistemde icra iki başlı bir görünüm arzetmektedir. Suya sabuna dokunmayan kişiler Cumhurbaşkanı olduğunda pek problem çıkmıyor gibi görünüyor fakat bu defa beklenen kalkınma gerçekleştirilemiyor."
Ve Osmanlı mirası…
Ülkemizin 600 yıl dünyaya hükmeden Osmanlı’nın dünyadaki tek varisi olduğunu satır satır işleyen Sefa Koyuncu, Batı taklitçiliğinin teknik ve bilimle sınırlı kalması gerektiğini savunurken, ’Turan ve İslam Birliği’ fikrinin öncülerinden oldu.
"Cevabı aranan soru şu:
- Osmanlı ne yaptı da farklı kültür ve coğrafyalardan 30 kadar milleti, 600 yıl huzûr ve barış içinde bir arada tutmayı başardı?" sorusunu yöneltirken, bunu kendi yorumlarıyla şiir, yazı, hikaye ve denemeleriyle cevaplamaya çalıştı.
"Ta’rifsiz anlar ârif;
İş başa düştü yine...
AB’ye alternatif,
OB’yi mi kursak ne!.." deyip "Osmanlı Birliği"ni önerdi,
"Merhaba şirin Bakü,
Selâm güzel Astana...
Yazsın kahraman Türk’ü,
Dünya çağdaş destâna!" dizeleriyle Türk Dünyası’na ’Turan’ için seslendi..
Makam, mevki ve şöhret… Hiçbir zaman gündeminde yer almadı. Öncüsü olduğu ve 1970’li yıllardan bu yana dertlendiği Türk Edebiyatı ve yazılı materyallerle başlayan Türk insanını özünden koparma hareketini "Üçüncü Yeni" adı altında bir Edebiyat akımıyla gündeme taşımaya çalıştı.
Zira, öz kültürümüz düzelirse, başta ahlak ve günlük hayata etki eden "Batılılaşma"nın önüne geçilebileceğini düşünüyordu.
“Haydi Üçüncü Yeni!
Şiirlere musallat, 'Garip' bir hastalık var.
Dinleyen olur berbat, okuyan sara tutar.
Korsan Hikmet'ler daldı, çaldılar mücevheri.
Kuru iskelet kaldı, şiirimizden geri.
Nazım Hikmet kuyruğu, Birinci Yeni şiir,
Moskova'dan buyruğu, piri Orhan Veli'dir.
İkinci Yeni kaos, ya da cinnet şiiri,
'Garip' üstüne bir sos, sanki kürar zehiri.
Ece hülyâya daldı, Sezai de Roza'ya,
Galiba mahsur kaldı, Ay'da Cemal Süreya.
Bunun kimi hayâli, kimi ma'nâyı attı.
Bitti nazmın mecâli, şâirleri yan yattı.
Ölçü gerekmez diye, lâf yığdılar bir sürü.
Şiir adlı vâdiye, estirdiler terörü.
Ne ise ki biz geldik, şiiri toplamaya.
Üçüncü Yeni dedik, girdik hemen sıraya.
Gözümüz yok kolayda, ölçü işi azimdir.
Şiir denen sarayda, aruz-hece bizimdir!
Har vurup savursa da, hayırsız evlatları,
Bilmeliyiz bir sevda, edebî sanatları.
Ölçülü yazmak için, aldırmadan yaşına,
Şâirler hemen geçin, klavyenin başına!
Bunalımda insanlık, dâvet ediyor seni,
Şiirine sâhip çık; haydi Üçüncü Yeni!
Üçüncü Yeni’nin temel esaslarını, 3 maddede özetlemişti:
1-Şiirler; ölçülü kafiyeli, anlamlı ve biçimli metinlerdir.
2-Türkçe nesir cümlesi kurallıdır.
3-Vezni olmayan her yazı, nesirdir.
“Bu hayatın sonunda hesap yok mu sandın sen?
Lokantanın garsonu ile der: Hesap lütfen!”
İfadeleriyle yapılan herşeyin, konuşulan her sözün ve yazılan her satırın hesabının verileceğine dikkat çekerken, yazmanın vebalini ise şu cümlelerle özetliyordu:
"Biz her şeyden önce Müslüman şair ve yazarlarız; yazarken dinî hassasiyetleri gözetmeliyiz. Yaratmak kelimesi ancak yüce Allah için kullanılır. Kul, yaratılmış insan demektir ve yaratılan yaratıcı olamaz. Kul bulur, keşfeder, yapar, oluşturur ama yaratamaz. Bu nokta çok önemlidir. Mucize, peygamberler "aleyhimüsselam" için kullanılır. Mesela Japon mucizesi demek yanlıştır. Yine, yüce yaradanımız, Kur’an-ı kerim’de 99 ismini bildirmiş ve kendisinin bu isimlerle anılmasını, özellikle de Allah "celle celalüh" istemiştir. Tanrı kelimesi bu isimler arasında yoktur ve tan yeri kelimesinden gelmektedir. Bunları niçin söylüyorum. Şunun için. Hepimiz fani kullarız ve er geç huzuru mahşerde hesap vereceğiz. Yazdığımız bir şiir veya nesir, ahrette bize yâr olmayacaksa dünyada Nobel ödülü alsa da hiçbir önemi yoktur.
Zira dünyada alınan ödül dünyada kalır. Bu hassas konularda öyle dikkatli olalım ki, yazdıklarımız ahrette yakamıza yapışmasın. Kısacası, birilerinin hoşuna gitsin, dünyada birkaç günlük şöhret ve itibar kazanalım diye ahretimizi yıkmayalım. "
"İğnelik" köşesinde yazı ve dörtlükleriyle hem güncel meseleleri ölçülü ve anlamlı satırlara döktü, hem de ’hiciv’ ya da ’taşlama’ türü ile ülkenin bulunduğu siyasi kilitlenmeyi anlatmaya çalıştı.
"Gerek yoktur taltîfe,
’*İğnelik’ bir ihtârdır...
Eylesek de latîfe,
Gerçekten payı vardır!"
derken, bu köşedeki yazılarıyla iktidar yağcılığı yaptığını iddia edenlere yine dörtlükleriyle cevap verdi:
"YAĞDANLIK MI?
Yağ çekmişim gündelik
Diyorlar kaçtı tadı...
Bunun nesi "İğnelik",
"Yağdanlık" olsun adı!
Haksız değiller elbet,
Alâkaya teşekkür...
Yağımız bile ibret,
Zirâ kalemimiz hür!
Her yağ olmaz bayağı,
Yağdan yağa çok fark var...
Bir damlacık zaç yağı,
Kızarsa fenâ yakar!.. "
Ve sadece muhalif olmak için muhalefet edenlere de şu satırlarla seslendi:
"ZAFERE ALKIŞ
Allah için insâfla,
Sarf etmeli sözleri...
Karalanmaz boş lâfla,
Hak edenin zaferi!
Muhâlif olan kat’î,
Yokuş görür düzlüğü...
Karartır hakîkati,
Particilik gözlüğü!
Akı kara gösteren,
İdeolojik bakış...
Ağır tahrîke rağmen,
Büyük zafere alkış!.."
Particilikle suçlandığında, yine kalemine başvurdu:
PARTİLİ DEĞİLİM
Bir ülkede iktidâr,
İş yapsın der seçilir...
Edersen dünyâyı dar,
Engel nasıl geçilir!
Seçilene destek ver,
Ki işleri başarsın...
Ülke böyle ilerler,
İlerler ki şaşarsın!
Pısırık sanma gürüm,
Hasma mezâr kazarım...
Partili değil hürüm,
Doğruları yazarım!.."
"Rubai" ve "Nükte" ile de insanları maddi ve manevi düşüncelere sevk etmeye gayret etti.
Türkiye Gazetesi’ndeki "Üçüncü Yeni" ve "Yaşadıkça" köşelerinde muhafazakar sanatın gündemde kalmasını sağlamaya çalışırken, haber ve röportajlarıyla da okuma meraklılarına yine değerlerine bağlı, birlik ve beraberlik içinde Büyük Türkiye fikrini aktarmaya çalıştı.
"ÖNCE DEVLET
Şanlı târihimizde,
Benliğimizi aştık...
Farklılık olmaz bizde,
Beton gibi kaynaştık!
Her kimliği koruyan,
Hâmi olan devletiz...
Bütün dünyayı hayrân,
Bırakan bir milletiz!
Bu vatanda her insan,
Aynı hakka lâyıktır...
Kimlik değil aslolan,
Devlete bağlılıktır!..
CAN KARDEŞİZ
Bizler aynı târihin,
Coğrafyanın malıyız...
Bağlarımız çok derin,
Vefakâr olmalıyız!
Ortada bir haksızlık,
Varsa elbet düzelsin...
Bölücüye karşı çık,
Sen birlikte güzelsin!
Bin yıldır bu toprakda,
Türk Kürt biz kan kardeşiz...
Vatan da bir bayrak da,
Hem din hem can kardeşiz!.."
Ve ona göre kurtuluş…
KURTULUŞ
Ne güzeldir dinimiz,
İmân ettik beğendik...
Şanslı insanlarız biz,
İslâmla şereflendik!
İsteriz ki her insan,
İslâmla şereflensin...
Hakîkati arayan,
Dinimizi öğrensin!
Diyaloglar âyinler,
Beyhûde bir sevdâdır..
Geçersiz diğer dinler,
Kurtuluş İslâmdadır!
Siteyi niye hazırladık? Sağlığındayken yine satırlara dökmüş aslında amacını ve amacımızı:
"ŞİİRLERİM
Şiirimi okuyan,
Anlarsa sevinirim.
Okuyup da anlayan,
Bilgilensin isterim.
Şiirden anladığım,
En güzel duygularla,
Bilgiyi paylaştığım,
Diyalogdur okurla.
Ölçülü mısralarım,
Kafiyeli şekilli.
Vezinsiz yazdıklarım,
Şiir değil besbelli.
Serbest olan nesirdir;
Ölçüsüz düz yazılar,
Asla şiir değildir;
"Özlü sözdür" o kadar!
Asırlardır böyledir,
Yine böyle kalacak.
Serbest denilen şiir,
Bir fantezi olacak.
Anlamsız şiir olmaz,
Böyle lükse zaman yok.
Okuyana fayda kılmaz,
Martavala karın tok.
Çirkin söz sahibinin,
Güzel gerek şiire.
Duygulu her şâirin,
Meyli güzel fikire.
İşte böyle sevgili,
Okuyucum, ne dersin?
Şiir bir gönül dili,
Ahenklisidir sesin!"
Yazmaya öyle meraklıydı ki; içini dökmek istediği an biten kalemini ilk bulduğu kalemle değiştirip, satırlarını dizmeye devam ederdi. Zira, zaman kıymetliydi.
Yıllar boyu yazdı…
Neden, niçin, nasıl?
Cevabı yine Sefa Koyuncu’nun satırlarıyla…
YILLAR BOYU
Bir nefeslik anda bile,
Kafa yordum yıllar boyu.
Gönlümde bir sevda ile,
Gezdim durdum yıllar boyu.
Geçti yıllar sıra sıra,
Şahit oldum bir aşıra,
İnancımı mısra mısra,
Dizdim durdum yıllar boyu.
Gözlük aldım pederimden,
Baktım güne penceremden,
Bir ah çektim ta derinden,
Kızdım durdum yıllar boyu.
Ne doğu ne batıdayız,
Taklitçilik tahtındayız.
Ahtapotun ağzındayız.
Sezdim durdum yıllar boyu.
Bu ülkede öğretilen,
İşbilmezlik, ilim denen.
Damağımı sinirimden,
Ezdim durdum yıllar boyu.
Rehber bildim sevgiyi,
Güzel, doğru ve iyiyi,
Silinmeyen bir çizgiyi,
Çizdim durdum yıllar boyu.
Ciğerlerim geldi dile,
Seslendirdim yazı ile,
Ünüm cılız kalsa bile,
Yazdım durdum yıllar boyu.
Klasik bir özgeçmişte verelim. Fikirlerine katılmak zorunda değilsiniz elbette.
Ancak, gücü yettiğince inandığı davaya son nefesine kadar hizmet etmeye çalışmıştı…
Çayı ve kitap çalışması yarım kaldı…
Şiirleri ve fikirleri en büyük mirası oldu…
SEFA KOYUNCU
Şâir, Edebiyatçı, Filolog, Gazeteci, Yazar, Televizyon yapımcısı...
1950 yılında Konya’nın Ilgın ilçesine bağlı Aşağıçiğil kasabasında doğdu.
Konya Karatay Lisesi ve Ankara M. Rüştü Uzel Kimya Meslek okulunu bitirdi. Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu, filolog ünvanı aldı. Eğitim Fakültesinden pedagojik formasyon aldı.
Askerliğini,Tekirdağ-Çorlu’da yaptı (1972).