SEZAİ’NİN ROSA’SI VİNCİ’NİN LİSA’SINI HATIRLATIR

SEZAİ'NİN ROSA'SI VİNCİ'NİN LİSA'SINI HATIRLATIR

 

Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Laurent Mignon,

'Çağdaş Türk Şiirinde Aşk' kitabında, Sezai Karakoç'un şiirine Monna Rosa ismini

vermesini şaşırtıcı buluyor ve bu ismin Mona Lisa'yı çağrıştırdığını belirtiyor.

 

Sezai Karakoç'un en ünlü şiirine Monna Rosa adını vermesinin edebiyatımızda yıkıcı bir

çığırın açılmasına sebep olduğu bir gerçek. Monna Rosa'dan sonra şiirlere yabancı kadın ismi

verme modası yaygınlaşmış ve edebiyatımız adeta Hıristiyan adlarının cirit attığı

bir arenaya dönüşmüştür. Bu durum ise zaten bıçak sırtında var olma mücadelesi veren kültürümüze

vurulmuş ağır bir darbedir. Türk şairlerinin şiirlerine yabancı kadın adları koyması ve şiirlerinde

Hıristiyan motiflerine yer vermesi, ödül verilerek teşvik edilmesi gereken değil, behemehâl önlenmesi

icap eden büyük çaplı bir kültür faciasıdır.

 

Araştırmalarım gösterdi ki, Sezai Karakoç'un en ünlü şiirine Monna Rosa gibi bir Hıristiyan adını vermesini

hayretle karşılayan sadece ben değilim.

Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Laurent Mignon da,

'Çağdaş Türk Şiirinde Aşk' kitabında, Sezai Karakoç'un şiirine Monna Rosa ismini vermesini şaşırtıcı

buluyor ve bu ismin Mona Lisa'yı çağrıştırdığını belirtiyor…

Dr. Mignon, kitabında (s141-142) şöyle diyor:

Bazı bölümleri Anadolu'da geçen ve tasavvufi boyutu olan (ki eğer öyleyse çok daha tehlikeli/S.K.)

bir şiirde sevgilinin yabancı bir isminin olması şaşırtıcıdır. Ancak "rosa"nın Latince gül demek olduğu

unutulmamalıdır. Gül, Divan Edebiyatının başlıca imgelerindendir ve çağdaş Türk şiirinde

Osmanlı medeniyetinin kültürel birikimini temsil eden bir simge olduğu söylenebilir. Sezai Karakoç bir çok eserinde

gül imgesini kullanmıştır. "Monna Rosa" adlı şiirde gülün Latincesini, "rosa"yı kullanması genel olarak Karakoç'un

ilk eserlerinde bulunan, bir çok eleştirmenin de onu ikinci yeni'nin içinde değerlendirmesine sebep olan kapalı

ve soyut öğelerin yoğunluğu çerçevesinde değerlendirilmelidir.

 

Biraz sıra dışı imlâsına rağmen Monna Rosa başlığı, Leonardo da Vinci'nin meşhur Jokond portresini hatırlatır.

Bilindiği gibi resmin diğer adı Mona Lisa'dır. Ancak bu şiirde rönesans dahisinin eserlerine açık veya

kapalı hiçbir gönderme yoktur. Belki de bu başlık Nazım Hikmet'in Jokond ile Si-Ya-U adlı eserindeki

Jokond'a sahip çıkmasına bir cevaptır. Nazım Hikmet'in Mona Lisa'sı, destanın sonunda, Çin'deki sömürge

vahşetine tanık olduktan sonra tarihsel maddeciliğe dönerken, (Sezai'nin) Monna Rosa'sı, gizemci özlemin

nesnesi oluyor. Şiirin başlığınının böyle siyasi bir değerlendirmesi, o kadar da abartılı değildir.

 

1951'de Nazım Hikmet Sovyetler Birliği'ne sığınmıştı. Soğuk Savaşın gerilimli yıllarıydı.

Türkiye'de de solcularla sağcılar arasında bazen sadece kelimelerle kalmayan şiddetli tartışmalar oluyordu.

1954 yılında Sezai Karakoç yayın hayatı kısa sürmüş, bir çok yönüyle ilkel, komünizm karşıtı

"Komünizme Hücum" adlı dergide iki yazısını ve bir şiirini yayınlattı. Bu eylemi, Karakoç'un markisizme karşı

tavrını açıkça göstermektedir. Böylece Monna Rosa'nın başlığı sahiden o doğrultuda değerlendirilebilir:

Türkiye'nin kültürel kaderini o kadar çok etkilemiş olan sağ-sol çatışmasının bir sahnesi de

belki louvre müzesindeki bir resmin (Mona Lisa'nın) önünde yaşanmış oldu.

Hasan Pulur da, "Şiirde yabancı kadınlar" başlıklı yazısında şöyle diyor:

 

Şiirde yabancı kadınlar...

MEĞER, bizim şairlerin ne kadar yabancı isimli sevgilileri varmış. Şiirlerinde,

ne kadar yabancı kadın adları geçermiş...

Hilmi Yavuz derleyip toplamasa, belki de çoğunun dikkatini çekmeyecek...

Hilmi Yavuz'a göre, Türk şiirinde yabancı adlarına, Cumhuriyet sonrası şiirimizde oldukça

yaygın bir biçimde rastlanıyormuş...

Örnekler vermiş, Orhan Veli'nin Edith Almeria'sı, Melih Cevdet Anday'ın Emilia'sı, Asaf Halet Çelebi'nin Mariyya'sı,

Özdemir Asaf'ın Lavinia'sı, Sezai Karakoç'un Monna Rosa'sı, Attilâ İlhan'ın Pia'sı, Hannelise'si ve Maria Misakyan'ı...

HİLMİ Yavuz, bu tespitine bir de yorum getirmiş...

Bu yabancı kadın adları, niçin Cumhuriyet sonrası şiirimizde görünüyormuş?

Bunun batılılaşma ile ilgisi olabilir miymiş?

Çünkü Tanzimat ve Servet-i Fünun romanlarında yabancı kadınlar ya hafifmeşrep kimlikle ya da

mürebbiye olarak görülüyorlarmış. Oysa Cumhuriyet dönemi şiirinde "sevgili"ye terfi etmişler!

Hilmi Yavuz soruyor:

"Batılılaşmanın yabancı kadını kamusal kimlikten, özel kimliğe doğru dönüştürdüğünü mü söylemeli burada?"

BATILILAŞMA, muasır medeniyete yönelmek nelere mal oluyor?

Mürebbiye ya da hafifmeşrep kadınlar, Cumhuriyet şiirinde birden sevgili olup çıkıvermişler!

Acaba neden?

HİLMİ Yavuz'un da "Gloria"sı vardır... Bu şiiri için şöyle der:

"17 yaşında yazmış olmama rağmen, acemice de değildir üstelik! Ama kitaplarıma almadım o şiiri..."

17 yaşında yazmış olmasına rağmen, hiç de acemice değilmiş...

Yooo, tevazunun bu kadarı da fazla...

En iyisi "Gloria"yı burada yayımlayalım da, Hilmi Yavuz'un kitaplarına almadığı şiirini görün:

"Bir sokak gibi yorgunum,/Bırakın, burada kalayım./Beni düşünme Gloria,/Ben kuklayım.

Köşeyi döndü birisi/Bir gölge, gömleği kara,/Kolları iki zambak gibi/Açılmış karanlıklara.

Gözlerinin yarısı mor,/Yarısı hüzünlü bir rüya;/Seni bir liman

Bir sokak gibi yorgunum,/Bırakın, burada kalayım./Beni düşünme Gloria,/Ben kuklayım."

NEYSE yazıyı bitirmeden Hilmi Yavuz'un "Gloria"sı için bir sır verelim...

Delikanlılık çağımızda kaç arkadaş o şiiri kendisinin yazdığını söyleyerek, kız tavlamıştır bilir misiniz?

"Postacı" filminde, sevgilisine, Pablo Neruda'nın şiirini okuyan postacı, şaire ne der?

"Sen şiiri yazıp yayımladıktan sonra şiir artık senin değil, herkesindir."

(Hasan Pulur, Milliyet-08.01.2006 )

 

Sizce de öyle mi?

Ali Çolak da, Zaman Gazetesinin (15.01.2006) Kültür Sanat sayfasındaki "Şiirin kadını" başlıklı yazısında,

"Elbette her şair, 'vaat edilmiş' kusursuz bir sevgilinin hayaliyle doludur. Adı Leyla yahut Suna;

kimi de Pia, Lisa, Maria, Monna Rosa veya Cordelia olmuş ne fark eder?" diyor.

- Tehlikenin ve işlenen kültür cinâyetinin boyutunu da işte bu postmodern tespit gösteriyor.

- Sözün özü, Türk edebiyatı işte böyle sessiz-sedâsız Hıristiyan kültürünün kucağına itiliyor. 

 

SEFA KOYUNCU (BHD-ÖZEL)- 21.01.2007