EDEBİYATIMIZDA RUMLAR VE ERMENİLER (1)
GİRİŞ
Târihi gerçekler ile millî dâvâlarımızı öğrenmek ve genç nesillere öğretmekte ne kadar yetersiz olduğumuzu ancak olağanüstü şartlarda farkediyoruz. Günlük hayatın akışı içerisinde umursamaz tavırla yaşayıp giderken, bir de bakıyoruz ki Rumlar Güney Kıbrıs’a S-300 füzeleri getirmeye kalkışıyor, ajanslar Fransız Parlamentosu’nun “Sözde 1915 Ermeni Soykırımı” yasa tasarısını kabul ettiği haberini geçiyor. Ve bu şok haberler bizi gaflet uykusundan bir an için uyandırıyor. “Ne yapar, ne eder de bu felâketlerin önüne geçeriz”in telaşına düşüyoruz. Sonra da olan biteni unutuyor yine hayattan keyif alma sevdasına dönüyoruz. Tâ ki birileri beynimize yeniden bir balyoz indirene kadar.
Bugün çıkıp üniveriteli gençlerimiz de dahil olmak üzere bir anket yapsak ve gündemde olan bu iki mesele hakkında ne bildiklerini sorsak, 1915 olayının bir soykırım olmadığını bize etraflıca anlatabilirler mi? Rumlar’ın S-300 füzeleri ile Türkiye’yi hatta Türk dünyâsını tehdit altına alma niyetlerinden söz edebilirler mi? Elbette birşeyler söyleyebilirler ancak yeterli derecede bilgi ve şuur sahibi olduklarını söyleyebilmemiz sordur. Sebebi ise ilköğretimden üniversite sonuna kadar bu konularda yeterli bilgi sahibi olmamalarıdır. Kitle İletişim araçlarında bu hususlarda uyarıcı ve eğitici faaliyetlerindeki eksikliktir. Daha da önemlisi şâir, hikayeci, romancı, tiyatrocu ve senaristlerimizin ortaya koydukları sanat eserlerinde millî dâvâlarımızı kâfi miktarda ele almamalarıdır.
Şu halde biz okuldan, kitle iletişim araçlarından sanatkârlarımızdan sindirerek öğrenemediğimiz bu millî ve hayâti meselelerin aslını esasını nasıl anlayacağız? Daha acısı, haklı olduğumuzu başka milletlere hangi şuurlu bilgi ile, nasıl anlatacağız?
Prof. Dr. İnci Enginün, kültür ve edebiyat adalarımızın yazdıkları edebî eserlerde milli dâvâlarımızı ele almaları gerektiğini şu sözlerle ifade ediyor:
“Yunanlıların davranışında daima bir sahtekârlık iki yüzlülük bulunmaktadır. Acaba modern Yunan edebiyatında Türklerden nasıl bahsedilmektedir. Bizim yazarlarımız, tabiîdir ki yazdıkları târihi eserlerde Yunan zulmünden bahsetmişlerse de “düşman” adı altında geçiştirmişler ve nefretlerini asla Türkiye’de yaşayan Rum asıllı Türk vatandaşlarına yöneltmemişlerdir.
Yunanlıların zâlim karakterini anlatan yazılar, ızdırapların çekildiği o günlerde yazıldı. Şimdi unutuldu. Ama Yunanlılar ne düşmanlıklarından vazgeçtiler ne propagandadan. Bu tür eserlerin her nesil tarafından bilinmesi gerekir mi diye sorulabilir. Bu soruya ben ‘evet’ cevabını veriyorum. Milletimizin geçirdiği bütün sıkıntıların iyice bilinmesi ve işlenmesi lâzım. İşlenmezse, gelecek nesiller, atalarının bu toprakları kendilerine bırakmak için neler çektiklerini bilmeden, başka milletlerin, vatan edinme, millet olma mücadelelerine hayranlık duyarak, kendi büyükleri yerine başka milletlerin kahramanlarını örnek alarak yetişirler.
Tarihimizin içinden geçmek, onları aşılmış merhaleler olarak tanımak ve anlamak geleceğimizin teminatı bakımından mutlaka gereklidir. Elimizdeki eserler binlerce sanat eserini besleyecek malzemeye havi. Onları işleyecek sanatkârları bekliyor. Önce Teselya, Girit, Batı Trakya, sonra Batı Anadolu, Kıbrıs, ya yarın!”(*)
Bu yazımızda edebî eserlerimizdeki rum ve ermeni tiplerini tesbit etmeye çalışacağız. Hikâye-i Gârîbe, Kerem ile Aslı gibi halk hikâyelerimiz başta olmak üzere Ahmet Mithat Efendi, Hüseyin Rahmi, Tevfik Fikret, Ömer Seyfettin, Yakup Kadri, Halide Edip, Reşat Nuri, Peyami Safa, Necip Fazıl, A. Hamdi Tanpınar, Mithat Cemal, Atilla İlhan, Şemsettin Ünlü gibi yazar ve şairlerimiz eserlerinde rum ve ermeni tiplerine yer vermişlerdir. Tabiidir ki, her yazarın bu tipleri değerlendiriş ve elle alış şekli farklı olmakta, bu farklılık da bize yazarın milli dâvâlara bakışı hakkında fikir vermektedir.
Bir nevi hayatın aynası olan roman, hikâye ve tiyatro eserlerinde, duygu ve düşüncelerin yoğunlaştığı şiirlerde milletimizin, târihin her döneminde karşı karşıya kaldığı hain tuzakların ele alınarak gerçeğe uygun şekilde işlenmesi vatan ve milletimizin bekası açısından büyük önem taşımaktadır. Esasen sanat ve sanatçının ilk ve en öncelikli görevi bu sorumluluğu yerine getirmek olmalıdır. Benim dirliğim düzenim bozulduktan, Kıbrıs gibi stratejik noktalarım düşman eline düştükten, Ege bir Yunan gölü haline geldikten, dünya âlemde alnıma “Ermeni soykırımcısı” gibi, hakikatle zerre kadar ilgisi olmayan bir kara leke sürüldükten, milletim benliğini unutup başka kültürlerin insanı haline geldikten sonra, her yıl Nobel Edebiyat Ödülü verilen sanatçı çıkarmışım ne yazar!
Henüz hafızalarda canlılığını koruyan “Kurtuluş Savaşımız” bile o dönemde yazılanlarla kalmış, sonra gelenlerden bu konuya eğilenler çok az olmuştur. Son dönemde azılanlardan biri ve belki de en önemlisi merhum Tarık Buğra’nın “Küçük Ağa” adlı eseridir. Ancak o da edebî eserlerimiz arasındaki seçkin yerini almakla birlikte aktüalitesini yitirmiştir. Yeni Tarık Buğra’lara, yeni Küçük Ağa’lara ihtiyaç vardır. “Edebiyatımızda Rumlar ve Ermeniler adlı bu araştırmamızın asıl gayesi de yazarı ve okuru ile yüce milletimizin millî dâvâlarına dikkatleri çekmektir.
*Prof.Drr. İnci Enginün, Türk-Yunan İlişkileri Sempozyumu Bildirileri, Atatürk Üniversitesi, Erzurum, 1988, s. 95-106
Giriş bölümünü burada tamamlarken, “Çocukluğumuzda dinlediğiniz veya gençliğinizde okudunuğuz Kerem ile Aslı ve Körüğlu hikayelerinde “Hilâl-i Sâlip” kavgası hiç dikkatinizi çekti mi ?” diye soruyor ve eğer cevâbınız “Yok yahu! Onlar birer aşk ve kahramanlık hikâyesidir; onlar da “hilâl-sâlip çatışması olur muymuş!” ise, bu incelememizi dikkatle okumanızı tavsiye ediyorum.
SEFA KOYUNCU I YENİ MERAM GAZETESİ I 09.06.2009