Batı San’atının Hikayesi

ÜÇÜNCÜ YENİ I Batı San'atının Hikayesi

 

           Önce şu tarihî tesbiti yapalım: 

           Hıristiyan âleminin orijinal bir san'atı yoktur. Batı (Hıristiyan) san'atı diye lanse edilen, İsa "aleyhisselâm"dan çok önce yaygın olan Yunan-Roma Natüralist resim ve heykel geleneğini geliştirerek devam ettirip, kiliseye sokmaktan ibarettir.

             - Bu tesbite itirazı olan var mı?

             Varsa, Antik Yunan-Roma resim ve heykelleri ile günümüz kilise ve müzelerindekileri şöyle bir karşılaştırıp bir defa daha düşünsün!

             Nitekim, Vernon Hyde Minor da tesbitimizi doğrulayarak, şöyle diyor:

"Batı'da yaklaşık olarak 19. yüzyılın ortasına kadar baskın san'at modeli taklide dayanıyordu. San'ata dair değerlendirmenin birincil temeli, eserin ideal doğa anlayışına (Naturalist) uygunluğuydu." (Vernon Hyde Minor, Sanat Tarihinin Tarihi, Koç Üniversitesi Yayınları 2013, s.189)

              Demek oluyor ki Batılı san'atkâr, asırlarca (Rönesans san'atçıları da dahil) Eski Yunan-Roma resim ve heykel san'atını taklid edip durdu.

              - Niçin?

              Kilise baskısı yüzünden!

              Çünkü kiliseye (Katolik) göre ancak kutsal olan şeylerin, İncil'deki hikâyelerin resim (fresk) ve heykeli yapılabilirdi. Kilise, "Ressamsan sözde İsa, Meryem figürü çizecek; heykeltıraşsan kutsal kişilerin heykelini yapacaksın" diye dayatıyordu. İstisnai olarak manzara, deniz, ağaç -sipariş portre- resmi yapana itibar edilmiyor, san'atkâr gözüyle bakılmıyordu. Dahası yine kilise baskısı yüzünden manzara (nonfigüratif) resimleri müşteri bulamıyordu.

              Yaptığı tabloyu satamayan ve toplumda itibar görmeyen san'atkâr mecburen kilisenin baskısına boyun eğerek özde İsa ve Meryem figürleri yapmak zorunda kalıyordu.

               Nitekim, "Paris Salon jürisi, Picasso'nun, "Modern san'atın babası" dediği Cézanne'in eserlerini gösterime sunmayı, 1864'den 1869'a kadar  her sene reddetmiştir."

(Peter Weis, Direnmenin Estetiği, Yapı Kredi Yayınları, 3.2, 12)

 

                İşte bütün bu sebeplerle Batılı san'atkarın kilise baskısına karşı "özgürlük" arayışı ve haklı isyanı had safhadaydı. Bu ve her dönemde Müslüman san'atkâr ise gerek saray gerekse halk tarafından el üstünde tutuluyor, hiçbir baskı söz konusu olmadan san'atını serbestçe icra ediyordu

               - Modern san'atın öncülerinden DeIacroix, İslâm memleketlerine giderek bu durumu bizzat yerinde müşahede etti. "1832'de Kont Mornay'in İslâm ülkelerine gönderdiği elçilik grubunun bir üyesi olarak İspanya (Endülüs), Fas ve Cezayir'i dolaşan ressam Eugene DeIacroix, bu gezide, zengin bir görsel imgelem kazanmış, renk dünyası bir Avrupalı için hayal bile edilemeyecek tonlarla zenginleşmiştir.

                Aynı yıllarda özel bir fırça tekniğiyle titreşen tonların yer aldığı ve Divizyonizm'i andıran renk etkileri oluşturan DeIacroix, (İslâm dünyasına yaptığı) bu gezi yardımıyla rengin önemini kavramıştır. Renk konusundaki bu ustalıklı yaklaşımı, yapısal açıdan Seurat'a, Dışavurumcu açıdan da Van Gogh'a öncülük etmiştir." (Weiss, 3.2, 18)

                 DeIacroix'la başlayan bu İslâm san'atından etkilenme zincirinin Van Gogh yoluyla Marc Chagall (1887-1985) ve dolayısıyla Paris Okulu'na ulaştığını yine Peter Weiss'dan öğreniyoruz. (Weiss, 3.2, 13)

                  Zira, Chagall, La Ruche stüdyolarındaki "Paris Okulu" ressamları arasındaydı.

                  Aralarında Selim Turan gibi hat sanatı eğitimi almış Türk ressamların da yer aldığı Paris Okulu san'atçıları ne mi yaptı?

                - Paris'in göbeğinde, İslâm soyut san'atının üstünlüğünü dünyaya ilân ederek, Batı somutunu devirdiler!..

 

Sefa KOYUNCU I Türkiye Gazetesi I 18 Ağustos 2013

Dosyalar