KÜLTÜR VE EDEBİYAT HAZİNEMİZ

KÜLTÜR VE SANAT I Kültür ve Edebiyat Hazinemiz 
 
        Oğuz Türkleri’nin doğudan batıya doğru yaptıkları büyük göç ve “pastoral” denilen göçebe kültür dairesinden, İslâmi kültür dairesin intikal suretiyle geçirdikleri coğrafi, tarihi ve medeni değişiklikler düzgün ve devamlı bir edebi gelişmeye imkan vermemiştir. Edebiyat tarihimizin , İslamiyet’e girdikten sonra inkişaf etmiş olması, bu durumun tabiî bir sonucudur. Hatta “Orhon” ve “Yenisey” kitabeleri gibi İslamiyetle ilgili olmayan en eski belgelerimiz bile, İ. Hami Danişmend’in bildirdiğine göre, kronoloji bakımından İslamiyetten yüzyıl sonradır. Zaten sayıca az olan, taş üzerine yazılmış metinlerle, halk şairlerinin doğrudan doğruya folklor sahasını ilgilendiren edebi ürünleri istisna edilirse, Türk Edebiyatı demek “Divan Edebiyatı” demektir. Hatta son zamanlarda “Tanzimat Edebiyatı” dediğimiz devir bile onun biraz daha yenileşerek devamından başka bir şey değildir. 
        Yine İsmâil Hâmi Bey’in ifadesiyle: Hazırlık ve kuruluş devresiyle beraber dokuz yüzyıla yakın bir zaman zarfında, Türk Edebî kültürü işte bu Divan Kültürü’nden ibâret demektir. Arap ve Acem tesirlerinden bahsederek bunu hafife almaya kalkışmak, sonuç olarak baştan başa bütün Türk Edebiyatını inkar etmekten başka bir şey değildir. Çünkü ondan önce ona benzer bir şey bulamacağımız gibi, ondan sonra da henüz öyle bir edebiyat vücuda gelmemiştir. 
        Divân Edebiyatımızda bilhassa vezin ve şiir şekilleri itibariyle Arap; mecazlarla mazmunlar (kavramlar) bakımından da Acem tesisi bulunması bu edebiyatın milli mahiyetini bozacak bir durum değildir. Dünyada saf ırk ve saf lisan mevcut olmadığı gibi, hiçbir tesir altında kalmamış saf bir edebiyat da yoktur. Avrupa milletlerinin hepsi devir devir birbirlerinin her türlü tesiri altında kalmıştır. Alman Edebiyatı bir zaman Fransız Edebiyatı’nın etkisi altında kaldığı gibi, İngiliz Edebiyatı da vaktiyle Danimarka ve bilhassa Fransız Edebiyatlarının uzun ve derin tesirlerine uğramıştır. 
        Esasen mesele tesir altında kalmakta değil; aynı bir kültür dairesi içinde, milli özellikleriyle benzerlerinden ayrılan bir edebiyatın meydana getirilebilmesindedir. Bu bakımdan Türk Divanı’nın genel görünüşlü Müslüman-Türk mimarisine benzetilebilir. Müslüman milletler içerisinde, Türk mimarisinin nasıl bir milli özelliği varsa, Divan Edebiyatımızın da birçok milli özellikleriyle Arap ve Acem Edebiyatlarından ayrılan bariz bir şahsiyeti vardır. 
        Divân edebiyatımız, Müslüman-Türk’ün bin yıllık mazisini içine alan büyük bir kültür hazinesi ve aynı zamanda eşsiz bir san’at abidesidir. 
Cemil Meriç Bey, “Kendi hazinelerinden habersiz olanların başka ülkelere el açması, kaçınılmaz” diyor ve bir acı gerçeğe daha parmak basıyor: “Esefle belirteyim ki Marksizm, Batı’nın sunabileceği en efendice armağan. Bir Müslümanın tanassur etmesi (hıristiyanlaşması) cinnet. Ama Pozitivzm’den maddeciliğe, maddecilikten marksizme kolayca geçilebilir.”
        İnsanın manevi cephesini külliyen inkar eden Pozitivzm, son devir aydınlarından pek çoğunu kıskacına alan akrep. Fransız Auguste Comte, “Gülhane Hattı”nın ilanından sonra (1856) M. Reşit Paşa’ya bir mektup göndererek, ortaya attığı inkar felsefesini Türkiye’de yaymasını ve yerleştirmesini istiyordu. Daha sonra eşir Fuad’dan Ahmed Rıza’ya ve Ziya Gökalp’e kadar pekçok kimse Pozitivzm’in tesirinde kalmış ve kendince temsilciliğini yapmıştır. Doç. Dr. S. Hayri Bolay’ın bildirdiğine göre, Comte’un kurduğu “dinsizlik dini”nin prensiplerini izah eden “Pozitivizmin esasları” adlı eseri, P. Erman tarafından Türkçe’ye çevrilerek, Milli Eğitim Bakanlığı’nca 1952’de neştedilmiştir. 
        Tarihe, maneviyata, kültür, san’at ve edebiyata hücum eden inanç yıkıcılarının pozitivizme dayandıkları gözönüne alınırsa, Cemil Meriç Bey’in tesbiti daha iyi anlaşılır. Komünizm, Müslüman Türk’ün İmanını “Batı rüzgarı” ile tarumar ettikten sonra, vicdanlara çöreklenebileceğini hesabetmemiştir. Komünistler, zulüm, işkence ile İman ateşinin sönmediğini gördükleri için, gelişen Batı’yı ideolojilerine alet ederek, güya zehiri altın kâsede takdim etmişlerdir. Tesbit buur. 
        Kültür hayatımızı altüst eden Batı menşeili felsefi cereyanların, gerçekte, komünizme zemin hazırlayan psikolojik savaş unsunları olduğunu Yılmaz Öztuna şöyle izah ediyor: Komünistler, musallat olduğu milletin milli kültürüne, tarihine, klasik değerlerine, musikisine, şiirine, büyük adamlarına, dinine, örf, adet ve geleneklerine, sinsi bir savaş açmıştır. Dile saldırarak nesilleri birbirini anlamaz, dışarıdaki vatandaşlarla ayrı kelimeler kullanan, klasik eserlerini okuyamaz, belirli sayıda uydurma kelimelerle geniş düşünce sahasına açılamaz hale getirmek istemiştir. İşçiden çok gençlere musallat olan milletler arası komünizm, bazı okulları ele geçirerek o devleti bir nesil sonra ele geçirebileceğini hesaplamıştır. Eğitimin Milli değil, kozmopolit olması için çok çalışmıştır. Eninde sonunda ele geçireceği devletlerde sanayileşmeyi teşvik etmiştir. Fakat sanayileşme yanında kültür yatırımı yapmaktan alıkoymak için bütün yaygaracılarını harekete geçirmiştir. 
        Bu şekilde milletlerarası sol, bütün dünyada, klasik değerleri gözden düşürmek için büyük çaba harcamış, bu uğurda milyarlarca dolarlık dış yatırımlar yapmış, işine yarar her mihraka para dağıtmıştır. Klasik resim yerine dejenere resim, klasik musiki yerine dejenere musiki, klasik şiir yerine vezinsiz, kafiyesiz lâf yığınları ortaya çıkarmıştır. Kan, şiddet ve şehvet edebiyatını, işlemiş ve teşvik etmiştir. Dini ve ahlaki değerleri küçük düşürmeye çalışmıştır. Milli kahramanları aşağılamak, milli tarihi küçümsemek ve tahrif ederek yeni nesillere öğretmek için, bütün kalemşorlarını seferber etmiştir. “Batı’nın efendice sunduğu armağan işte budur; Pozitivizm, maddecilik, komünizm.
        Sultan Abdülhamid han hatıratında, “Muharrirlerimiz, Fransız romancıları model olarak seçmekle yanlış bir yol takip etmektedirler” diyor ve şöyle devam ediyor: Biz Türkler eski ve büyük bir medeniyetin sahibi olduğumuzu unutmamalıyız. Avrupa medeniyeti ile gözümüz kamaşmamalıdır. Edebiyat ve san’atta acem san’atından faydalanmakla birlikte, kendi hususiyetlerimizi kattığımız da bir hakikattir. Mimari eserlerimiz, iki binden fazla şair yetiştirmiş olmamız da bunu isbat eder. Bunlardan Fazlı, Bâki gibi şairlerimizin eserlerinde fevkalâde bir güzellik ve tam bir mükemmeliyet vardır. Daha sonra Galip, Pertev, Kemal, Abdülhak Hâmid gibi şairlerimizi sayabiliriz. Her ne kadar bu son ikisinin, eserlerinden bazılarının zevkine varamıyor isem de büyük şâir olduklarını kabul etmek icap eder. 
       Eserlerimizde, kadim san’atın sadeliğini esas olarak almak, onu modern san’atla meczetmesini bilmek lâzımdır. Hereke’deki halı fabrikamızda ve diğer endüstri san’atlarımızda yabancıları taklit etmekten kaçınmalıdır. 
        San’at ve edebiyatımızı kendi toprağımıza ait mevzular, kendi milletimize has esaslar üzerine inşa etmeliyiz .
 
KAYNAKLAR: 
1. Türk Edebiyatı, sayı 126, Sh. 8
2. Felsefi Doktrinler Sözlüğü, Sh. 229
3. Tarih, Yılmaz Öztuna, sh. 271
4. Siyasi Hatıratım, A. Hamid Han, sh. 179
5. Tarihî Hakikatler, İ.H. Danişmend, sh. 537
 
SEFA KOYUNCU I 05.05.1984 – TÜRKİYE GAZETESİ