Yaşadıkça I Soyut San'at Bizimdir
İmâm-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki:
Efendim! Tekmîl-i sınâ'at, telâhuk-ı efkâr iledir. Ya'nî san'atların ilerlemesi, fikirlerin, düşüncelerin birbirlerine eklenmesi ile olur. Sibeveyh tarafından kurulmuş olan Nahv bilgisi, sonra gelenlerin düşünceleri ile binlerce kat çoğalmıştır. Çoğalmadan, olduğu gibi kalması, noksanlık olur.
(Mektûbat Tercemesi, s. 20)
Ya'nî, san'atların ilerlemesi için akıl, fikir ve mantık yürütmek gereklidir.
Bu sebeple her san'atın bir felsefesi, diyalektiği vardır.
Nitekim, Seyyid Ahmed Arvasî'nin, "Bizim diyalektiğimiz" başlıklı yazısında, İmâm-ı Gazalî hazretlerinden naklettiği sözler de dinle değil, fen ve san'atla ilgilidir,
(Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, s.11).
Akıl yürütme (diyalekt) dinde değil, fen ve san'atta olur.
Bu çerçevede; soyut resmin felsefesi, şöyle özetlenebilir:
Mâdemki resim san'atı, önünde sonunda kaçınılmaz olarak bir soyutlamadır; öyleyse ressam niçin dış dünyanın öğelerine, tabiata, insan figürüne, nesnelere başvursun? Esas konusu her zaman kendisi olan resmin, bütün bunları ortadan kaldırarak, onlara sırtını dönerek, özgürlüğünü ilan etmesi daha tutarlı değil midir?
Kandinskiler, Maleviçlerle başlayan, Mondrianlarla süren ve 2. Dünya Savaşı'nın hemen sonrasında, özellikle "Paris Okulu" ressamlarının büyük bir çoğunluğu tarafından paylaşılan bu görüşler, izlenimciliğe, kübizme benzer köklü bir değişim anlamına geliyordu. Öylesine ki, o yıllarda yaşayan eski kuşağın "figüratif" ressamlarına (Picasso, Matisse, Braque, Rouault, Derain, Bonnard, Leger ve diğerleri), alışılmış birer eski usta gözüyle bakılıyordu. Dahası bazı çevrelerde, soyut resim devrimci; figüratif resim ise (türü ne olursa olsun) tutucu bir akımın ürünleri olarak değerlendiriliyordu.
Resimden, doğayı, dolayısıyla ışığı, insan figürünü, dolayısıyla ifadeyi, nesneleri, (biçimsel ve ontolojik) attığınızda, resmin iki boyutlu yüzeyini, oluşturacağınız yeni şeylerle doldurmak gerekecektir. Kumla, paçavralarla, yırtık duvar afişleriyle kaplı, paslı metallerden, camlardan, ahşaplardan oluşan yüzeylerin yanı sıra, meselâ, Michaux'da, Mathieu'de, Soulages, Hartung ve Degottex'de Uzakdoğu resminden, hat san'atından hatta felsefesinden esinlenen resimler ortaya çıktı. Bunlar tuvalden yalnız konuyu atmakla yetinmediler, resim san'atına yepyeni anlatım imkânları getirdiler. Daha açık bir deyişle, (Batı dünyasına) eski iplikle yeni bir kumaş dokunamayacağını gösterdiler.
(İslâm san'atından etkilenerek ortaya çıkan) Batı soyut resminin Paris'teki altın yılları 1945-1960 arasında yaşandı. Yeryüzünün dört bir yanından gelen ressamlar bu serüvenin içinde yer aldılar.
O dönem Paris'te yaşayan Türk ressamlar, Fikret Mualla, Abidin Dino, Avni Arbaş, (hat san'atı eğitimi alan) Selim Turan, Fahrelnissa Zeid, Nejat Devrim, Hakkı Anlı, Mübin Orhon da onların arasındaydılar.
(Ferit Edgü, XX. Yüzyılın 20 Modern Türk Sanatçısı II, s. 219-221)
Bir bakıma soyut san'at;
hüsn-i hat, ebru, tezhîb, minyatür ve nonfigüratif resim demektir. 50-60 yıl öncesine kadar insan resim ve heykeli yapmak "ilericilik" sayılırken, günümüz dünya san'at akademilerinde figüratif san'atta ısrar edenlere "gerici" gözüyle bakılmaktadır.
(Dr. Vedat Erkul, Sanat ve İnsan, s. 134)
Netice olarak; asırlardır figür girdâbında dönüp duran Batılı san'atkârı özgürlüğüne kavuşturan soyut san'at, bizim, ya'nî Müslümanlarındır!..
SEFA KOYUNCU I TÜRKİYE GAZETESİ - 1 EYLÜL 2013