HİKAYE I KÜÇÜK BEY - SOYGUN

 
HİKAYE I KÜÇÜK BEY - SOYGUN
 
        Akşam yemeğinde Arif, o gün okulda geçen bir olayı heyecanla babasına anlatıyordu:
        - Üç arkadaşımızı bugün polisler götürdü, baba. Suçlu olmak n ekadar da kötü. Üçünün de başları öne eğikti. Kimsenin yüzüne bakamıyorlardı.
        Remzi bey, ortaokul üçüncü sınıfta okuyan oğlunun anlattıklarını dinlerken, bir taraftan da yemeğini yiyordu. Arif, olayın heyecanına kendini kaptırmış, ara vermeden anlatmaya devam ediyordu:
        - Bizim Nâfi de aralarındaydı. En çok da ona hayret ettim. Diğerleri ile pek samimi değilim ama, Nâfi öyle mi? Karşılıklı olarak birbirimizin evine gidip geliyor, birlikte ders çalışıyorduk.
        Arif’in annesi Zuhâl hanım nihâyet dayanamamış olacak ki sordu:
        - A güzel evlâdım, anlattıklarından henüz hiçbir şey anlamış değiliz. Suçları neymiş yavrucukların? Polisler neden götürmüş? Önce bunları anlatsan da bizi merakta bırakmasan ya                
        Bu arada heyecanını biraz yenmiş olan Arif:
        - Haklısın anneciğim. Olay beni öyle etkiledi ki, anlatmaya nereden başlayacağımı şaşırdım. Cemiller’in evinden mücevherât çalmışlar. Hem de beş milyon liralık.
        Arif’in bu son sözleri, sofrada yemek yiyen herkesin dikkat kesilmesine yol açmıştı.
        Bu defa heyecanlanma sırası ablası Selmâ’daydı:
        - Haydi Arif, çabuk anlatsana, ne olmuş? Çalınan mücevherler bulunmuş mu?
        - Evet, polisler bir kısmını sattıkları kuyumcudan geri almış, bir kısmını da sakladıkları yerden bulmuş… Bütün suç Altan’da, arkadaşları, o kandırmış, eve giren, anahtarı da o almış..
        Bu defa da Remzi bey, müdâhale gereği duydu:
        - Dur bir dakika Arif, Altan da kim? Neden bütün suç onda? Hangi evin anahtarını almış?
        - Altan, şu oyun salonu işleten adamın oğlu, baba. Bizi sınıfta okuyor. Bu sene doğru dürüst okula gelmedi. Babası da hiç ilgilenmiyor.
        - Peki, evin anahtarını nasıl almış?
        - Bugün paydostan sonra Cemiller’e gidip “geçmiş olsun dedim. Babası ve hele annesi perişan olmuş. Olayın şokunu henüz atlatamamışlar. Cemil, bana hadiseyi baştan sona anlattı. Cemil, şöyle dedi:
        - O gün babam, çok hasta olan annemi doktora götürmüştü. Döndükten sonra bakmışlar ki,evde bir tuhaflık var. Eşyalar birbirine karışmış, annem aceleyle mücevher kutusuna bakmış, boş olduğunu görünce başlamış ah, vah etmeye. 
        Önce benden şüphelenmişler. Okuldan beni çağırdılar. Gittiğimde evde polisler vardı. Eve varınca, olayı öğrendim. Annemi biraz teselli ettikten sonra, doğruca babamın yanına gittim. Polis komiseri babama:
        - Oğlun bu mu?
        - Evet.
        - Adın ne senin?
        - Cemil.
        - Pek âlâ Cemil. Senin sabahtan eri okulda olduğunu ve hiçbir yere ayrılmadığını öğrendik. Sen hırsızlık yapacak birine benzemiyorsun. Peki sence kim yapmış olabilir?
        - Bilmiyorum efendim.
        - Yaptığımız araştırmaya göre, eve balkon kapısından girilmiş. Kapıda bir zorlama belirtisi de yok. Kapı anahtarla açılmış.
        Komiser babama dönerek:
        - Balkon kapısının anahtarı neredeydi?
        - Kapının arkasında duruyordu, şimdi ise yok.
        - O zaman içeriden birisi almış olmalı.
        Komiser tekrar bana döndü:
        Cemil, son günlerde herhangi bir arkadaşını eve getirdin mi?
        - Evet efendim. Daha dün Altan, Nâfi, Çetin ve Ali ile birlikte bizim eve gelip bilgisayar oyunu oynamıştık.
        Komiser, söylediğim isimleri bir kağıda not ederek, yanına çağırdığı polislerden birine verdi. Onu kenara çekip birşeyler söyledi. Sonra iki polis evden ayrılıp gitti. Komiser yanıma gelip saçımı okşayarak tekrar sordu:
        - Arkadaşlarınla bilgisayar oynadığınız sırada dikkatini çeken bir şey olmadı mı? Gelen, giden, dışarıya, balkona çıkan kimse var mıydı?
        - Annemle babam yoktu, evde sadece dört arkadaşımla birlikte ben vardım. Kimse gelip gitmedi. Yalnız, Altan bizimle pek oynamıyor ortalıkta dolaşıyor, diğer odalara ve ara sıra balkona da çıkıyordu.
Bu sırada komiserin elindeki telsize bir mesaj geldi. Komiser, gitmesi gerektiğini söyleyerek evden ayrıldı. Giderken babama:
        - Onbeş dakika sonra sizi karakolda bekliyorum. Üçünüz de gelin.
        Karakola gittiğimizde ise Altan, Nâfi, Çetin ve Ali de oradaydı. Meğerse daha önce evden ayrılan iki polis, okuldan getirdiği Nâfi, Çetin ve Ali’nin verdiği bilgiler üzerine Altan’ı sokaktan yakalayıp karakola getirmişti. Komiser dördünü de yan yana dizdi:
        - Çaldığınız altın ve mücevherlerin yerini çabuk söyleyin.
        Bu olaya karıştıklarına çok pişman oldukları, her hallerinden belli olan Nâfi, Çetin ve Ali’nin gözleri yaşlıydı. Nâfi, eli ile gözlerini silerek, Altan’ı gösterdi:
        Komiser Altan’a dönerek:
        - Arkadaşının söyledikleri doğru mu?
        Alta biraz durakladıktan ve etrafına bakındıktan sonra, üç tane şahidin yanında gerçeği inkâr etmenin faydasız olacağını anlamış olacak ki, fazla direnmeden suçunu itiraf etti:
        - Hepsi doğru efendim.
        Komiser biraz sinirlenmişti. Sert bir ifâdeyle Altan’a:
        - Nasıl oldu, anlat!
        - Cemiller’in evinde bilgisayar oyunu oynarken, bir ara balkona çıkmıştım. Kapının arkasında duran anahtarı alıp cebime koydum. Ertesi gün sabahtan evi gözetlemeye başladım. Cemil okula gitmişti.Babası ile annesi de otomobile binip evden uzaklaştılar. O sırada balkon kapısından eve girdim. Kutudan mücevher ve altınları aldım.
        - Sonra?
        - Sonra bu üç arkadaşın yanına gittim. Onlara meşrubat ısmarladım. Birlikte pastaneye gittik. Biraz da para vermek istedim. Almadılar.
        - Neden?
        - Olayı anlattığımda çok korkmuşlardı. Onlara suç ortağı olduğumuzu, yanlarına gelmeden önce sattığım küçük altınların parasını birlikte harcadığımızı söyledim.
        - Ne dediler?
        - Biz bu işe karışmayız, kimseye de söylemeyiz, yeter ki sen de bizi bu işe bulaştırma diyerek yanımdan ayrıldılar.
        - Altınlar ve mücevherler şimdi nerede?
        - Küçük olanları kuyumculara sattım. Büyük olanları ve incileri de evimizin yakınında bir yere sakladım.
        Komiser, orada duran polislerden birini çağırıp:
        - Bu çocukla gidip bütün altınları bulun, getirin!
        Altan’la birlikte giden polisler çok geçmeden geri döndü. Komiser, anneme altın ve mücevherlerini tam olarak teslim etti. Biz de evimize döndük.
        Arif, Cemil’den dinlediklerini anlatırken, sofra ortadan kalkmış, Remzi bey de odanın köşesindeki yerini almıştı. Kahvesini getiren kızı Selma’ya:
        - Gördün mü kötülerle arkadaşlık etmenin zararını. Bir Altan serserisi hem arkadaşlarını rezil etti, hem de kaç ailenin huzurunu bozdu.
        - Zuhâl hanım ise çocuklar için üzülüyordu, Arif’e:
        - Çocuklar ne olmuş peki? Hâlâ karakoldalar mı?
        - Hayır anne, Cemil’in babası dâvâcı olmamış, hepsini affetmiş. Komiser de onları âilelerine teslim etmiş.
        Torununun Cemil’den dinlediklerini güzelce anlatması, o ana kadar söze hiç karışmaşan Halime Nine’nin çok hoşuna gitmişti; Arif’in yanaklarını okşadı:
        - Aferin benim torunuma. Arkadaşına geçmiş olsuna da gitmiş. Boşuna “Küçük bey” dememiş, Gâzi İsmâil dedesi ona. Arif’e, Küçük bey adını, dedesi Gâzi İsmâil Efendi takmıştı. Şu sıralarda köyüne gitmiş olan
İsmâil efendi, eskiden o havâlide “Büyük bey” nâmıyla tanınan babasına çok benzettiği Arif’e, sık sık şöyle derdi:
        - Senin adın da “Küçük bey” olsun.
        O gün bu gün, çevresindekiler Arif’i, Küçük bey diye çağırmış, o da dedesinin verdiği bu adı çok sevmişti.
        Akşam namazını henüz kılmış olan Zühâl hanım, Remzi efendi’ye:
        - Ne dersin bey, biz de geçmiş olsuna gidelim mi Cemiller’e?
        Halime nine, Zühâl hanım’ın bu teklifini destekledi:
        - Tabiî gidin. Biz de torunum Küçük bey’le evde kalırız. Haydi kalk Rezmi, dostluk, ahbaplık böyle günlerde belli olmaz mı?
        Remzi bey, yerinden kalkarken, bütün anlatılanları dinlediği halde pek bir şey anlamayan, evin en küçüğü Esmâ, gezmeye gidileceğini sezmiş olacak ki, yerinden fırlayarak kapıya doğru koşuyor, bir taraftan da çağırıyordu:
        - Abla, ablacığım, kırmızı pabuçlarımı giydirir misin?
 
SEFA KOYUNCU I