HİKAYE I KÜÇÜK BEY - PİKNİKTE

nükteli söz, özlü söz, Sözün Özü, Muhafazakâr san’at, irak, teknoloji, gelecek, filolog, üçüncü yeni akımı, ğneli, üçüncü yeni, muhafazakar, türkçe, türki, büyük, İğnelik, muhâfazakar sanat, başyazısı, gazetesi, rubâi, yazı, Güncel, nükte, Türk Edebiyatı, kütüphane, tarihli, sefa koyuncu, yazısı, postası, seydişehir, gazetesindeki, türkiye, Üçüncü Yeni Nesil Akımı, Türkiye Gazetesi, dil bilimi, Türk Dili ve Edebiyatı, türk dili, sohbet, yorum, edebiyat, şair, şiir, kültür, sanat, sefa, koyuncu
 
 
 
HİKAYE I KÜÇÜK BEY - PİKNİKTE
  
     Remzi bey ve âilesi piknikte… Buz gibi akan çeşmesi, yemyeşil ağaçları, hafifçe esen rüzgarı ve az ilerideki göleti ile hârika bir yerdi burası. Hâsılı bugün, Küçük bey’in keyfine diyecek yoktu.
     - Birkaç iri taş bulalım da ateşi şu açık alana yakalım. Ağaçlara bir sararımız olmasın.
     Remzi bey, bunları Arif’e söylemişti. Arif, çevreden taş toplamaya giderken, Zühal hanım da kızı Selmâ’ya:
     - Sen de şu çalılıkların arasından birkaç çalı çırpı topla yavrum. Kurumuşlarından olsun.
     Zuhal hanım bunları söylerken, bir taraftan da otomobilin bagajından eşyaları boşaltıyordu; Remzi bey’e:
     - Bey, yaygıyı nereye serelim?
     Remzi bey, az ötedeki kayın ağacının altını göstererek:
     - Şurası iyi. Gazetemle kitabımı da getiriverin.
     Güzel bir piknik sofrası hazırlamak için ütün aile fertleri hummalı bir çalışma içindeyken, küçük Esmâ ise, otomobilden iner inmez koştuğu çeşmenin başında çoktan oyuna dalmıştı bile.
     Çok geçmeden yanan ocağın üstünde tencere fokur fokur kaynamaya başlamış, Remzi bey de kendisi için hazırlanan “emekli koltuğu” adını verdiği yer minderine oturmuş ve böyle vakitlerde getirmeyi hiç ihmâl etmediği kitabını okuyama başlamıştı.
     Sahra mutfağı kısmındaki görevlerini tamamlayan Arif de babasının yanına geldi:
     - Selâmün aleyküm. Babacığım, ben de gazeteye bakabilir miyim?
     Remzi bey, oğluna sevgiyle baktı:
     - Ve aleyküm selâm Küçük bey, elbette.
     Arif, gazeteyi bir süre okuduktan sonra, başını yukarıya kaldırarak:
     - Babacığım, altında oturduğumuz ağacın kayın olduğunu söylemiştin değil mi?
     - Evet, niye sordun?
     - Okuduğum gazetede kayın ağacı ile ilgili çok enteresan bilgiler var da, müsaade ederseniz okuyayım.
     Remzi bey, oğlunun çevreye ilgisine, aklına ve pratik zekâsına hayrandı. Doğrusu kendisi de merak etmişti. Neydi bu kayın ağacı ile ilgili enteresan bilgiler. Okumakta olduğu kitabı bırakarak:
     - Oku da dinleyeyim Küçük bey, beni de meraklandırdın.
     Arif, gazete haberini tane tane okudu:
     - İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’nden yapılan bir açıklamada, kayın ağacının çevresini ultraviyole ve radyasyondan koruduğu belirtildi. Bilim adamlarının tespitlerine göre, bir kayın ağacı saatte yaklaşık olarak 2,35 kilogram karbondioksit harcamakta, böylece atmosferin tabiî gaz dengesinin korunması için önemli bir rol oynamaktadır.
     Remzi bey, bir hikmet-i ilâhîyi anlatan gazete haberini dinlerken âdetâ kendinden geçmiş, derin düşünceye dalmıştı. Dudaklarından gayr-ı ihtiyâri şu sözler döküldü:
     - Yâ Rab! Sen ne büyüksün. Yarattığın hiçbir şey sebepsiz değil. Şu hiç önemsemediğimiz ağaçta gizlediğin hikmete bakıp da hayret etmemek mümkün mü?
     Düşünceye dalmış olan Remzi bey, bu arada kendisine birkaç defa seslenen hanımını duymamıştı. Arif:
     - Baba, annem sana sesleniyor.
     - Bey, sofrayı kuralım mı?
     Remzi bey, bir saatine bir de güneşe baktıktan sonra:
     - İkindi vakti olmuş.  Namazımızı kılalım da ondan sonra rahat, rahat yeriz. Haydi Arif, çeşmenin buz gibi akan suyundan abdestlerimizi alalım.
     Abdestlerini aldıktan sonra, ilerideki çayırlığa doğru yürürlerken Remzi bey:
     - Dünyâda en çok  sevdiğin nedir diye sorsalar, ne cevap veririm biliyor musun?
     - Nedir baba?
     - Tertemiz çimenler üstünde namaz kılmak.
     Namazdan sonra Remzi bey’in beş kişilik ailesi sofra başında. Zühâl hanım biraz telaşlı:
     - İnşaallah bir şey unutmamışımdır. Yemeğin tuzu nasıl olmuş?
     Remzi bey, tebessüm ederek:
     - Üzme tatlı canını hanım. Unutsan ne olur: Rabbimize sonsuz şükürler olsun. Soframız bolluk bereket içinde.. ellerine sağlık yemeğin tadı da tuzu da çok güzel. Bu arada Esmâ’da küçücük elleriyle, ekmekten kopardığı parçaları salatanın suyuna batırarak, karnını doyurmaya çalışıyordu.
     Piknik yerine geldiklerinden beri, Arif’in kafasında yer eden bir fikir vardı. İlerideki gölete girip yüzmek. Bu fikrini babasına açtı:
     - Babacığım, gölete girip biraz yüzmeme izin verir misin?
     Yemekten sonra gidip birlikte bakarız. Bu arada, annenle kardeşlerin de dönüş hazırlığına başlarlar.
     Ağaçların arkasındaki patika yoldan yürüyerek, göletin başına vardıklarında, ileride uzanan geniş bir ova gördüler. Gölet ise, iki dağın arkasındaki vâdinin önüne set çekilerek yapılmıştı. Çevredeki ıssızlık insana bir ürperti veriyor, ara sıra duyulan kuş sesleri ise,bu ürpertiyi biraz olsun hafifletiyordu. Çevreyi inceleyen Remzi bey, oğluna:
     - Bu gölet yüzmeye elverişli değil.
     - Niçin baba?
     - Bu bir sun’î gölet. Şu önümüzde uzanan ovayı sulamak maksadı ile yapılmış. Kış aylarında yağan kar ve yağmur sularının irikmesiyle doluyor. Yazın da, biriken bu su ile arâzi  sulanıyor.
     - Peki bu suda yüzülmez mi?
     - Su temizdir. Mesele göletin abanında. Sonradan yapıldığı için, zemin balçık doludur. İnsan balçığa kendini kaptırdı mı, ne kadar da iyi yüze bilse kendisini kurtarması zor olur.
     - Evet siz söyleyince hatırladım. Geçen gün gazetede okumuştum. Bir gölette boğulan iki gencin cesedini, balık adamlar güçlükle bulmuşlar. Peki ya burada balık olur mu?
     - Bu gölette var mı bilmiyorum ama, b3azılarına çoğalması için çokça yavru balık bırakılıyor.
     - Başka bir zaman da balık tutmaya gidebilir miyiz?
     - Kısmet… Vakit bulursak gideriz. Haydi şimdi dönelim. Annenle kardeşlerin bizi merak etmiştir.
     Remzi bey’le Arif, otomobilin yanına döndüklerinde eve dönüş hazırlıkları tamamlanmıştı.
     Otomobile binip oradan uzaklaştıkları sırada güneş batmış, hava da hafife kararmıştı. Ormanın içinden geçerken Rezmi bey’e bir soru da küçük Esmâ’dan geldi::
     - Bu ormanda tavşan yok mu baba?
     Esma’nın bu sorusuna annesi ve kardeşleri gülerken Remzi bey:
     - Elbette var yavrum. Fakat, kendilerine bir zarar verilmesinden korktukları için gizlenirler.
Eve döndüklerinde Remzi bey, Arif’in ortalarda gözükmediğini farkedince seslendi:
     - Küçük bey, neredesin. Sesin soluğun kesildi anlaşılan yorgunluktan!
     - Kitaplıktayım, baba! Ansiklopediden ultraviyole ve radyasyon kelimelerine akıyorum. Hani şu kayın ağacı haberinde geçmişti ya!
 
 
SEFA KOYUNCU I