ÇARIKLA GELDİM

PAZAR MUHABBETİ - ÇARIKLA GELDİM

“Dinini, devletini, milletini, toprağını, bayrağını, askerini, polisini seveceksin. Herkese elinden geldiğince iyilik edeceksin. Anneni babanı hiç üzmeyeceksin. Herkesle iyi geçineceksin. Kimsenin malıyla, mülküyle, ırzıyla namusuyla, ekmeğiyle oynamayacaksın” dedi ve ekledi. Bunların aksini yaparsan sonuçlarına da katlanırsın.

Siz de olsanız, böylesine hayati meseleler üzerine, üstelik de şiir ahengiyle yapılan güzel bir konuşmaya kulak misafiri olur, belki de can kulağıyla dinlerdiniz. Biz de öyle yaptık.

Mekan, Bakırköy İlçesi’nin İstanbul Caddesi’nde, pasaj içinde bir kahvehanecik. Burada bulunma sebebimiz ise, iş görmek için gittiğimiz resmi dairedeki ilgilinin “Öğle paydosundan sonra gelin” demesi. Dışarda yağmur yağıyor. Hem ıslanmaktan korunmak hem de birer çay içerek zamanı doldurmak kabilinden bu kahveciğe giriverdik. İyi ki de girmişiz.
 
“Senin oğlun kızın sana itaat etmiyorsa, kabahati kendinde ara. Acaba sen annene, babana gereken hürmeti gösterip onların rızasını ve duasını aldın mı?”
 
“Ben kendimi devlete borçlu hissediyorum. Altı tane çocuğumu devlet okullarında okuttum. Ben orduma kendimi borçlu hissediyorum. Mal vermek kolay. Onlar cephene can veriyor, can! Ben bu toprağa kendimi borçlu hissediyorum. Bu millete borçluyu. Bu toprak, bu millet ve bu devlet sayesinde rahat ve huzur içerisinde yaşıyorum. Hepsinden daha önemlisi bütün bu nimetleri bana veren Allah’a borçluyum.”
 
Bu sözleri inci gibi peşpeşe sıralayarak söyleyen, yetmişbeşlik bir delikanlı. Uzun boylu, şık ve temiz giyimli, gayet bakımlı bir beyefendi. Adı İbrahim Çoban. Tam kırk üç yıl önce Bingöl’den İstanbul’a gelmiş. Bu gelişin hikayesini kendinden dinleyelim:
 
“Bingöl’de çobandım. Buraya ayağımda çarıkla geldim. Çalıştım çabaladım. Bir konfeksiyon mağazası açtım. Evlendim, el içine karıştım. Çoluk çocuk sahibi oldum. Ev sahibi oldum. Çocuklarımın herbirine tahsil yaptırdım, evlendirdim; herbiri iş güç sahibi oldu. Allah’a şükür ve ibadet etmekten başka yapacak işim kalmadı. İnsan yaşasa en çok yüz sene yaşıyor. Yaratan’ı unutarak insana üç gün gibi gelen dünya hayatını ebedi olan ahiret hayatına değişmek ahlaksızlık değil de nedir?”
 
İbrahim Bey’in muhatabı esasen bir kişi. Aynı masada oturan ve evlatlarından, günlük hayattaki sıkıntılarından dert yanan birine söylüyor bunları. Fakat zaten küçücük olan kahvehanede diğer masalarda oturanların da duymasını özellikle istiyor olmalı ki, yüksek sesle konuşuyor.
 
Anadolu insanına has o babacan tavrını da sürdürüyor:
 
- Gerçekten ihtiyaç sahibi biri benden bir şey istese veririm. Para da veririm. İyilik yapmak gibi, hayır dua almak gibi güzel iş var mı?
 
Yaşadığımız şu ortamda bunlar siz abartılmış sözler değerlendirmesini yaptırmış olabilir. “Böyle insanlar kaldı mı ki!” diye hayıflansanız da haksız sayılmazsınız. Ne var ki biz böyle birine rastladık ve dinleme fırsatı bulduk. Yazdıklarımız da aklımızda kalanlar olduğu için, abartı biryana noksanlık bile vardır. Ayrıca, İbrahim Bey, bu hususiyetleri ile Anadolu insanının tipik özelliklerini sergilediği için, benzerlerinin sayısının hiç de az olmadığına kaniyiz.
 
Hep güzel şeyler söyleyen bu zatın hiç şikayeti yok mu? Elbette ki var; israf!
 
Bu konuda da şunları söylüyor: “Tepeden tırnağa bir lüks, bir israftır almış başını gidiyor. Ahlaksızlık, yolsuzluk, mafya, adam kayırma bu milletin ocağına incir dikiyor. Bütün bunlar devleti de milleti de güçsüz düşüren bulaşıcı hastalık halinde.”
- Çare ?
- Her ferdin aklını başına toplaması, işini iyi yapması ve çok çalışması.
               
SEFA KOYUNCU I TÜRKİYE PAZAR 2001